Tüm olanlara rağmen hayat devam ediyordu. Çocukların dünyasındaysa değişen pek bir şey yoktu. Onlar için ana gaye oynamaktı. İşte öyle bir günde çocuklar her zamanki gibi, evin önünde toplanmış, oyun oynuyordu. Sesleri bütün sokağı çınlatıyordu.
Sedat, çocukların en büyüğü olup, grubun lideri sayılırdı. Kuzenleri Büşra ile Yusuf da Sedat’ın peşinden hiç ayrılmazdı. Faik, Kadir, Esra, Hasan, Özlem takımın diğer oyuncularıydı. Ordu’dan ninelerini ziyarete gelen Mehmet ile Ali de gruba sonradan dahil olanlardı.
Gelişi güzel oynanan oyunların ardından çocuklar sıkılmış ve her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı ki, Mehmet, memleketi Salman’da oynadığı oyunu anlatmaya başladı. Yeni oyunu merak eden çocuklar, pür dikkat Mehmet’i dinlemeye koyulmuştu. Mehmet, “Yakarı” diye adlandırdığı oyunu: “Takım kaptanları elemanlarını seçip, yan yan iki kale kurar. Kura sonucu mendili eline alan mendilci kalenin beş metre ilerisinde koşmaya hazır bekler. Mendilcinin görevi, yanmadan kalesine dönmektir. Kaleden sonra çıkan, kendinden önce çıkanlara karşı ateş üstünlüğüne sahiptir. Aynı takımın oyuncuları çıkış sırasını takip ederek, ateş paslaşması yapabilir. Yanan, oyunun dışına çıkar. Mendilcinin yanması, son oyuncunun yanması ya da kalenin patlatılmasıyla oyun son bulur. Anlaşıldı mı” diye bitirdi.
Oyun herkesin kafasına yatmıştı ve kaptanlar da elemanlarını seçmişti bile. Kura sonucu mendili tutma görevi Mehmet’teydi. Mehmet, yerini aldı ve “bir, iki, üç” demeyle, tazı gibi koşmaya başlamıştı. Sedat da yerinden ok gibi yerinden fırlayarak, Mehmet’i takibe koyulmuştu. Sonra Ali, Kadir, Faik, derken Yusuf…
Abbasağa Sokağı’nda bir hengame, bir curcuna başını alıp, gitmişti. Bağrışlar, çığrışlar Yalı Cami’sine kadar yankılanıyordu. Oyunun ilk bölümün Mehmet’in takımı kazandı. İkinci bölüme geçilmişti ki, anlaşılamayan bir sebepten dolayı ortalık karıştı. “Türkeş, Türkeş”! “Demirel, Demirel”, derken; “Rahşan, Rahşan”! Ve sonunda; “Ecevit, Ecevit”! Hop…
Takılmalar, uylamalar birbirine karışmıştı. İyice kızışan ortamda Büşra, Fadik’in saçını çekince, kız can havliyle onu itmişti. Ablasına dayanamayan Yusuf, birden koşarak, Fadik’e tosladı. Fadik, yere kapaklandı ve ağlamaya başladı…
Sedat ile Mehmet, geç kalmıştı. Çocukların çığırmaları sokağı inletiyordu. Cama koşan Ayşe, bir anda kendini sokağa atarak, çocukların yanında bitmişti. “N’aptın” diyerek, Fadik’in kolundan çekiştirdi. Fadik; “anne” diye feryadı koparınca, kapıya fırlayan Safiye; “Benim çocuklarımı sahipsiz mi sandın? Yelloz, yosma” diyerek Ayşe’nin üzerine atıldı!
Komşuların araya girmesiyle kavga çok uzamadan sonlanmıştı. Ama olay karakola aksetmişti bile. Dudu teyze, bir koşu muhtarın yanına giderek, durumu arz etti. Muhtar Rıza emmi, Dudu teyzeyi kıramamış ve karakolun yolunu tutmuştu. Rica minnet, komisere zabıt tutturmamıştı.
Karakolda eltiler, yüze beyaz barışmıştı. Sonra da salıverilmişlerdi. Ama aslında salıverilen ne Safiye’ydi, ne de Ayşe. Salıverilen Dudu teyzeydi. İbrahim’di. İsmail’di.
Kavganın üzerinden bir hafta geçmişti. İsmail, işi bırakmış ve başka işlerle meşguldü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, artık. Deli Yusuf’un evi susmuştu. Çocuklar bile susmuştu.
Kavganın sekizinci günü evin önüne kırmızı bir kamyon yaklaştı. İşte o zaman Dudu teyzenin yüreği “şaft” etmişti! İsmail, kamyondan inerek, hızlıca eşikten atladı ve girdi. Arkasından gelen üç hamala eşyaları gösterdi. Sonra anasına dönerek; “Haydi ana, hazırlan, Kılıçdede’deye gidiyoruz” dedi, ama diyemedi! Dudu teyze; “Ah oğlum, ben bu eve geldiğimde çocuktum! Burada büyüdüm. Çok kahrını çektim, bu evin, çok! Hem rahmetlinin ruhu var bu evde. Nasıl bırakırım? Var, sen git, ay oğul, git!” dedi! İsmail, gözyaşları içinde anasının elini öptü. Arkasına bile bakamadan usulca eşikten atladı ve gitti. Gözyaşlarını çemberinin kenarıyla silerken, Dudu teyzenin dudaklarından: “Kuma gemisi yürür, elti gemisi yürümez” cümlesi dökülüverdi…
-SON-